30 Mayıs 2010 Pazar

KOŞABİLMEK ÖNEMLİ(Gülce-Üçgen)
















Ne
Geçen
Gelecek,
Ne gelecek
Değil önemli.
Şimdilerde varlık,
Ve mutlu olabilmek
Bunun için en güzele
Birlikte gönülden gönüle
Hızlıca koşabilmek önemli…






Ne
Ölmek
Ne olmak
Neşe dolmak
Değil önemli
Faydalı bir eser
Unutulmaz şaheser
Bırakabilmek amaçlı
Olabildiğince iştahla
Hızlıca koşabilmek önemli…






Ne
Sevip
Bağlanmak
Ne sevenden
Uzakta olmak,
Değildir önemli…
Gönüllere girerek
Kendine bir ağ örerek
Orada yer bulabilmeye
Hızlıca koşabilmek önemli…






Ne
Geç kal,
Ne yürü
Yanlışa yol.
Her devranda bul
Kendine orta yol.
Yerinde saymak değil
Değildir bilesin oğul
Mekânda var olabilmeye
Hızlıca koşabilmek önemli…






Ne
Hemen
Ölecek…
Ne de asla
Ölmeyeceksin
Gibi davranmamak,
Kesin gereklidir bil!
Her ikisine de hazır,
Olabilmek için zamanda
Hızlıca koşabilmek önemli…






Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

BU NE BİÇİM SEVDA

6+5=11 hece
Çakmak çakıp yanar gözlerde ışık
Gül seninle hayat bana barışık
Oldum ben seninle gül’e alışık
Bu ne biçim sevda, karma karışık
Sabah sabah eser seher yelleri
Irmak ırmak akar sevgi selleri
İnim inim inler sevda dilleri
Bu ne biçim sevda, karma karışık
Hızlı hızlı atar nabzın sözleri
Şaşkın şaşkın bakar âşık gözleri
Köpük köpük terler uttan yüzleri
Bu ne biçim sevda, karma karışık
Gözün gözlerimde, aşkın içimde
Ruhun bedenimde, taşkın biçimde
Bebek yüzlüm senden, nasıl geçimde
Bu ne biçim sevda, karma karışık
Seni çok sevmeyi, hep bileceğim
Can tenden de gitse, ben geleceğim
Aksa gözyaşların, bil sileceğim
Bu ne biçim sevda, karma karışık
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

EVLİYA ÇELEBİ VE SEYAHATNAMESİ(Gülce-Bahçe)

...Çelebiler geçer tarihin sahnesinden
....Kavuklar, kaftanlar içinde...
.....Bir zerafet, bir letafet, inceden birer musiki...
......En çok divit yakışır ellerine,
.......En çok gül açar tebessümlerinden
........Ülkeye, gönüle, göze, çağlar üstüne...
.........‘‘Dost’’ demek, ‘‘terbiyeli, bilge’’ demek çelebi.
..........Çelebi var çelebiler içinde
...........Gezer, durmadan gezer halâ
............İlden ile, köyden kente, yaza çize...
Gülce düşsün güle, goncalaşıp dilimize
Anlatayım onu, anlatayım şimdi size...

*

...Çelebilerden bir çelebi
....Evliya Çelebi,
.....Yirmi beş martın bin altı yüz on birinde
......Soğuğunu hissettiren bir kış gününde
Pul pul İstanbul yağar gecelerden sabaha
Pul pul İstanbul yağar Unkapanı evlerine

...O günlerden kalma
....Solgun fotoğraflar içinden…
.....İstanbul’un nadide semtlerinden
......Unkapanı’ndaki baba evinde
.......Sanat ve sinemanın merkezinden...
........Açtı gözünü Evliya Çelebi
Açtı gözünü, şu fani dünyaya
Verdi selamını, ol masivaya
Gökte aya, yerde ışığa, suya
Masumca gülücükler sağdı zaman…

...Saray kuyumcularının başıydı
....”Derviş Mehmet Zıllî Efendi” derlerdi babasına…
.....Ateşin “lâ” dediği çinilerde
......Zikri varken elif elif renklerin
.......Müjdeli haberler geliyordu İstanbul’dan Kütahya’ya
........Nefesinden aşk tüterken çinilerde lâlelerin…
Aslen Kütahyalıydı Mehmet Zılli Efendi
Müjdeli haberlerde geldi bir oğul dendi
Türkü bile söyledi, dibinde neşelendi
Akasya kokusunda su akıtan çeşmelerin.

*

...Medrese öğrenimini İstanbul´da aldı
....Evliya Çelebi,
.....Daldı müzik ve yazı dersine
Hafız oldu Kur’ an-ı ezberleyip,
Sonra bir de şairliğe özenip


...Sarıldı kalem ile kâğıda...
....Böyledir işte kâğıtla mürekkebin kokusu
.....Girdiğinde ciğere, imkânsız çıkmaz...
......Her şey yürek ve akıldaymış, boş gerisi de
.......Kâğıt kalem tutkusuna yakalanır Çelebi
........Yanar, kâğıt kalemle yanar, bir türlü ayıkmaz...


Öğrenir bile el sanatlarını teker teker
Arapça, Farsça ve Rumcayı ilmik ilmik söker
...Ana diliyle birlikte
....Dört lisan…
.....Çelebiler çelebisi,
......Sanki dört güzel insan…
Dünyanın seyyahı zat-ı muhterem.
Hiç evlenmeyip; der: 'Ben ki gezerken
Bakamam evime, yakışmaz bana
Hayat denizinde böyle yüzerken...'

*

Sesi de
Çok güzel olan
Evliya Çelebimiz,
Güneşli güzelce bir günde
Bin altı yüz otuzun da içinde
Bulunduğu bir zamanın can evinde
O güzelim sesiyle, hem de kadir gecesinde
Gönülleri mest eden ta ki bir huşu derecesinde
Yanık sesiyle mukabele okur Ayasofya Cami'inde.


Dördüncü
Sultan Murat han
Dedi:'Kimdir okuyan
Yüreğiyle sesler dokuyan
Deyin hele yanık sesli şakıyan
Harika sesiyle gönülleri okşayan?’
Söylendi hemen padişaha:‘Evliya Çelebi’.
Yeni ferman geliverdi, çelebi bir oh çekiverdi.
Sanki yüzyıllarca umutlu gözlerle bekledi bu haberi.

*

...Silâhtar Melek Ahmet Paşa
....Aracı oldu
.....Girsin diye genç yaşında bir işe...
......Böylece oluverdi bizim Çelebi,
.......Devlet kapısında “muhasip-memur”.
‘Kocacığım’ der idi, Melek Ahmet paşaya teyzesi
Ahmet Paşa değil yabancısı, aslında eniştesi.

Bu han kapısı değil, saray kapısı bilesin,
Tokmağından anlarsın, nakışlarından bilirsin


Biraz heybetli, biraz mağrur...
Dört yıl hesap kitap olunur,
...Sipahiler bütçesinin son sayfasında
....Çelebimizin ismi okunur.

*

Kendi ifadesine göre gecelerden bir gece,
Bir gece tatlı uykularından birinde
Uykularından birinde gördüğü bir düşünde
Düşünde vardı, erişti
Erişti Ahi çelebi adındaki camiye
Camiye girince Nebi-yi Muhterem'i gördü
Gördü ki; sahabe pür dikkatle dinler
Dinler birde, görünmez yaratılan cinler
Cinler hayran ki Muhammed’e, Evliya durur mu?
Durur mu yapışır öpmeye mübarek ellerini,
Ellerini öperken diyecek,
Diyecek 'Şefaat ya Resul Allah!
Lâkin heyecandan
Heyecandan dolanmaz mı dili?
Dili dolanınca demiş
Demiş ‘seyahat ya ResulAllah! ’

Allah’ın şefkatli Ulu Peygamberi Ahmet
Ahmet Nebi dualar etti açıp avucunu
Avucunu çevirdi sonsuz göklere
Göklere ulaştırır bu yürek isteğini

İsteğine ulaştı, bu mutlu ve kutlu rüyanın ertesi
Ertesi gezilerine başladı Evliya Çelebi'miz...
Çelebimiz, içimiz, dışımız, rengimiz, sesimiz
Sesimiz 'önce dünya kenti İstanbul' dedi
Dedi ve tüm camilerle türbelerini gezdi

Gezdi kahvehane, divanlarını ve tüm afakı çevresini
Çevresini dolaştı güzel ve gülen şehir İstanbul’un...

İstanbul ve çevresinde gördüklerini
Gördüklerini ve öğrendiklerini bir özenle
Özenle ve düzenle defterine geçirdi.
Geçirdi ve yenisini yazmak için
Yazmak için boş sayfayı çevirdi
Çevirdi yolunu Bursa, İzmir ve Trabzon’a
Trabzon’un yemyeşil yaşanası yaylalarına
Yaylalarında akan sulardan içti kana kana
Kana kana buz gibi soğuk sulardan içerken
İçerken doğanın harika güzelliğine oldu şahit...

Şahit oldu on dokuz yaşında yürüyerek
Yürüyerek İstanbul’un çevresini
Çevresini gezip karış karış dolaştığına
Dolaştığında gördüğü ihtişamlı güzellikleri
Güzellikleri tatlı sohbetlerinde anlatırken
Anlatırken oturup bunları yazdı, yazdı deftere
Defter ki, nakış nakış sevdalanmış, okunmaya yazmaya
Yazmaya başlayınca, bir ırmak yüreğinde çağlamaya başladı
Başladı ünlü SEYAHATNAME böylece oluşmaya.

*

(E) vliya Çelebiye artık açılır bütün kapılar
A(V) rupadan afrika’ya bil cümle dünyaya
Me(L) ek Ahmet Paşa sadrazamdır çünkü saraya
Tay(İ) n edilince birde, Rumeli beylerbeyliğine
Yürü(Y) üp onunla birlikte, yol aldı beyliğe
Seyah(A) te dönüştü askeri seferler, resmi görev ve elçilikler.

(Ç) ok yeri gezip görme imkânı buldu böylece
G(E) zilerinde doldu Osmanlıyla, sevgiyle doldu sinesi
Kü(L) tür, sanat ve inceleme hazinesi...
Gel(E) nek ve göreneklerin yanında halkın her türlü öznesi
Uslu(B) u tatlı, sanat, yaşayış, folklor, inanç ve neşe
Getir(İ) r dile, seyahatnamesi gerçek tarihçe...

*

İnsanlığın dostuyum der, Çelebimiz Evliyâmız
Yüzyıllardır mühim kaynak, değişmeyen bir dünyamız.


On büyük ciltte toplanan, enfes Seyahatnamesi
Kültür, sanat ve dünyanın, inceleme hazinesi
Ahmet Yesevî‘ye gider, soyumuzun silsilesi
İnsanlığın dostuyum der, Çelebimiz Evliyâmız

Yetmiş senelik bir hayat, yaşanmıştır dolu dolu
Ömrünün elli yılını, destan etmiş Anadolu,
Üç yüz yıl önceki dünya, gösteriyor sağı-solu
Yüzyıllardır mühim kaynak, değişmeyen bir dünyamız.

*

...‘Şefaat’ diyecekken;
....'Seyahat ya Resul Allah! ' diyen birisi daha var mı?
.....Bu ince kelam, bu leziz dil
......Söyleyin çağımızda,
.......Acep yeniden doğar mı?
Doğar mı yollarını erim erim eriten
Doğar mı güneşlerde şehirleri dirilten?
Mesafeleri yenen, bıkmadan, usanmadan
Doğar mı bu dünyaya, Çelebice bir insan?

Kimi zaman hanlarda, hikâyeler dinledi
Kervanlara katıldı, çöllerde serinledi
Kinle işi olmadı, sevgi, dostluktur dedi
Gelimli gidimli dünya, ah gönül, vah gönül
......................Bu gerçeği gör dünya...

Değişik kültürlerden, insanlarla tanıştı
Zengin konaklarına, konuk oldu karıştı
Yüce dağ başlarında, harabe kalelerde
Uçsuz bucaksız bozkır, ya bahar ya da kıştı...

...Yıkılmış surları
....Ölçtü adımlarıyla.
.....Bin bir çeşit nesneyi tartıp geçti eliyle
......Engin denizlerin ucundaki,
.......Liman kentlerine düştü yolu.
........Çağlar öncesinin kralları,
.........Sultanları

Sanki onunla arkadaştı;
Anlattılar öykülerini,
Söylediler türkülerini
Onlarla orada yoldaştı
...Derledi dinledi; dinledi derledi
....Oya gibi beynine işledi,
.....Kıssadan hisse dedi,
......Satırlara işledi.

...Bilinmiyor asıl adı
....Dünya onu Evliya Çelebi diye tanıdı
.....O ki bizim Osmanlının
......Zamanı, mekânı aşan
.......Hudutsuz hâfızasıydı.

*

Örf,
Adet,
Yaşayış,
Dolaştığı
Tüm mekânlara,
Çarşı pazarlara,
Görkemli binalara
Ünlü şahsı simalara
Ve tanınmış tarihçilere

Has
Lisan,
Samimi
Üslubuyla,
Meraklı biçim
Ve incelemeyle
Zaman da kurâmeyle
Enfes de mübalağaya
Yer verip nakşetti esere.

Köy
Şehir
Kasaba
Ayırt etmez
Dolaşır gezer.
Bazen at üstünde,
Ne bulursa onunla.
Süzer imbikten zamanı
Sırlı aynalardan kurtarır,
Kalem ucuyla anılar dizer.

Bir
Roman,
Görülsün,
Çok istenen,
Macera sanki…
Sürükler okuru.
Nakledilir yüz yıl
Tüm bir yaşantısıyla
Göz ekranından serilen
Güzel güzel emek verilen

Bu
Büyük
Bir eser
Sair devlet
Ve halkların
Dikkatini çeken
Üzerindeyse birçok
İncelenme yapılarak
On’dan fazla dile çevrilen.

*

Ünlü seyyah yer verir, güzel eserinde
Elli yılı kapsayan, bir zaman seferinde
Gezip gördüklerini, sergiler iken
Resim çizer güzelce, yerli yerinde

Özdeş zaman içinde
Geçen benzer olayı
Sanki görmüş yerinde
Söyler yazar kolayı


...Günlük konuşma diline yakın
....Halkın bilip duyduğu;
.....Kolay söylenip yazılan
......Ana sütü yerine koyduğu
.......Akıcı ve sürükleyici
........Bir dili benimsedi.
Yer yer alaycı, birde eğlenceli
Görüp duyduğu, nice çok günceli
Yorup katışmış, ince düşüncesi
Etmiş eseri, daha göreceli
...Öyküler, türküler, halk şiiri, söylenceler,
....Masal, mani, ağız, dil
.....Halk oyunları, eğlenceler,
......Giyim-kuşam, düğünlerde yanan kandil…
.......Daha daha niceler…
........Komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar,
.........Sanat ve zenaatda açan karanfil,
..........Bayramlar, panayırlar, seyranlar
...........Yok değil, sıra sıra “Defter-i Havadiste”
............İste,
.............İsteyebildiğin kadar iste…

Evliya Çelebi bu,
Çelebiler içinde bir çelebi,
Bizim Çelebi işte..
İnsanlarla ilgili bilgiler yanında,
Yörenin evlerinden, cami, mescit, çeşme, handan,
Saray, konak, hamam, manastır, kule, kale, surdan,
Kilise, havra ve sinagog gibi zamanın değişik yapımlarından
Söz ederken bunların yapılış yılları ve onarımlarından,
Yapan, yaptıran, bakandan
Yapının çevresinden, çevrenin havasından,
Mekânın suyundan da söz eder.


...Böylece ele alıp konuyu
....Hem anlatıya getirir canlılık
.....Kazandırır çevreyle bütünlük, çok yanlılık.
......Değişik yöre insanlarının geçimlerine
Yaşama ve de davranış biçimlerine
Tarımsal çalışma ve eş seçimlerine
Süs eşyası türü ve takım şekillerine
Kadının süsü kına yakan ellerine
...Çalgıları ve aletlerine kadar ne varsa
....Geniş geniş yer verir.


Bir çok bölgelerinden ve yönetimlerinden
Eski aileler ve ileri geleninden
O dönemde yaşamış önder kişilerinden
Zamanın ünlü şair ve oyuncularından
...Çeşitli kademelerdeki görevlilerinden
....Ayrıntılı biçimde söz eder.

*

(S) eyahat name adlı bu eşsiz eserde
Ç(E) lebi gezdiği yerlerde geçen olayları
Ha(Y) atları anlatıp göz önüne sererken
Akt(A) rırken gözlemlerini
Seye(H) atlerindeki birikimlerini
Anlat(A) rak nüktedan bir şekilde
Gerçek(T) en coğrafi de bir kaynak olan eserinde
Kendisi(N) in gözlemlerini kaleme aldığı on ciltlik emeğinde
İstanbul’(A) ve civarına ayırdı birinciyi
Trabzon’u(M) uza ve 1640’larda gezdiği diğerlerine ikinciyi
Gözlemlem(E) ye devam ettiği yerleri için, diğerlerine döküverdi inciyi

*

Horona kaldırdı Trabzon’da ellerini
Ellerini bırakıverdi Kafkasya’da bir Çerkez oyununa
”Oyununa uyanık olup dur” dedi
”Dur! ” dedi ta o zamandan Ermenilerin oyununa…

Oyununa eşlik etti Bağdatlı çocukların
Çocukların yüzmesini Fırat çayında izledi
İzledi Dalmaçya’da penguenlerin dansını
Dansını gördü Transilvanya’lı genç kızların
Kızların gelecekteki çeyizlerini Bosna da gördü
Gördüğü Macar seferinden sonra ki Kırk bin tatarla
Kırk bin tatarla Baltık denizini boyladı
Boyladı, boy boyladı, seslendi dünyanın dört bir yanına.

Yanına yangın düştü, ocağına, canına
Canında yaprağını açtı Kâbe gülleri
Güller ki Mevlâyı çığrışır bülbülleri...
Bülbülleri, bunca zaman hasretiyle boyar göğü
Göğün en yüce katında iki cihan serverimiz,
İzime gel çelebi, gel izime diyordu...
Diyordu ya Bizim Çelebi Kutsal topraklara koşarak gidiyordu.
Gidiyordu, gittiği yol, kutlu mu kutlu;
Kutlu beldede yeniden yeni oldu, yürüdü
Yürüdü sonra Mısır’ın muhteşem piramitlerine doğru

Doğruysa yol, hedefe kilitliyse bakış
Bakış ufukları boyar güvercin kanadında ve
Ve mağara önünde örümcek…
Örümceği tutamazsınız destan eder aşkını
Aşkını örer nakış nakış, işte bu en güzel gerçek.

Gerçek; fotoğraf gibidir, yalansız, yalın
Yalın ayak gezer takvimlerde bilemezsiniz.
Bilemezsiniz dostunuz değilse bir çelebi
Çelebisiz mesafeleri silemeziniz…
*

...Tam on yıl döndü dolaştı Bizim Çelebi
Uzandı yolu oradan bir ara
Piramit piramit dertli Mısıra.


...On yılın sonunda,
Anadolu’nun toprağı burcu burcu kokuyordu
“Dön, gel bana! ” diye, mıknatıs gibi çağırıyordu
Gecelerden sabaha pul pul İstanbul yağıyordu
Piramitler üstüne Pul pul İstanbul doğuyordu
...Dayanamadı…
....Dayanamazdı
.....Nasıl dayansın ki, öyle değil mi?


...Nihayet döndü İstanbul’a
....Meğer toprağın çağrısıymış bu hasretlik
Zamanlardan bir koca dilim kesti
Sanki bir kâğıt parçasıydı esti
...Bıraktı kendini boğazın rüzgârına
....Ve kavuştu doya doya
.....Yaradan’ına…

*

Dosttur ona, başı dumanlı dağlar, büklüm büklüm akan yollar
Dosttur ona, han, hamam, kale, sur; bey, paşa, ağa, köle
Dosttur ona, camiler, kubbeler, kervan saraylar
Kütüphaneler, bilginler, âlimler dosttur...
Kısım kısım insanlar, çekik kaşlar,
Çeşitli dinler, inanışlar,
Göçler, öçler, kaçışlar,
Dosttur hepsine
Çelebi.

*

...Bilmiyoruz Çelebi’nin, hangi zaman öldüğünü
....İstirahatgâh yurdunun,
.....Nerede bulunduğunu da bilen yok…
......Yetmiş bir yıl yaşamış, öyle yazar kayıtlar
Bin altı yüz seksen iki, yılının güzel bir günü
Dünya kenti İstanbul’da, yummuş gülce gözlerini
Mevla’mızdan af dileyen, tevhit dolu sözlerini
Söyler şimdi bu dünyayı gezen yolcular, söyler:
...Ya seyahat,
....Ya şefaat
.....Ya ResulAllah!

...Unutulmaz defteri, unutulmaz elbet
....Okundukça insanlığın hafızası
.....O muhteşem eseri.
......“Söz uçar yazı kalır”, işte ispatı dostlar…

...Dedik ya:
Fakirin yoktu evlâdı,
Seyyah olmaktı maksadı

Yatan aslandan evlâdır,
Diyar diyar gezen tilki
Evliya Çelebi bir Türk,
Ünlü seyyahların ilki

*

Seyahatnameden Bazı Bölümler:
--------

Viyana’da Bir Hastanın Ameliyatı
---------
‘‘Bir
Mermi
Hastanın
Şakağında
Ta Viyana’da,
Ölümse şafağında...
Nitekim hekim mermiyi
Alma işine başladın da
ılık ılık ter aktı alnında...
Ben izin istedim, hiç ses etmedim
Büyük bir merakla onları izledim.

Bir
Elde
Ustura
Diğerinde
Pamuklar dura,
Güven var Allah’a
Sonra da kul doktora...
Hastanın alın tasından
Alın tasının ortasından
Deriyi sağa ve sol tarafa
Soydu aşağı doğru yukarısından.
Bir delik açtı başın yan tarafından...

Bir
Demir
Parçayla,
Kaktırarak
Kafatasının
Kemiğini ise
Diğerinden ayırdı...
Testere gibi dişleri
Birbirine geçmiş kemiğin
Arasından bakmaya çalıştım.
Mendille tuttum ağzımı sıkıca
Doktor bana ‘niçin kapattın deyince’

Ben
Dedim
’Hapşırır,
Hastanıza
Zararım olur’.
Deyince doktora;
‘doktor olmalıymışsın’
Dedi gül veren sesiyle,
Ardından kurşunu çıkardı.
Temizledi yerini süngerle.
Sonra kemikleri eski yerine
Birleştirip deriyi de kapadı.
Yüzlerce at karıncası getirdiler

Bir
Güzel
Derinin
Birleştiği
Yerin üstüne
Teker teker koyup
Karıncalar bitişen
Deriyi dişler dişlemez
Doktor kesiyordu belinden
Kapattı deriyi baştanbaşa
Ameliyat eriverdi son başa
Birkaç hafta sonra iyileşti adam.’’

*

Erzurum’un Soğuğu
------
Bir dervişe demişler, geliyorsun nereden?
‘Beyaz kar rahmetinden’ deyivermiş cevaben.
O diyar nerde denmiş, sonra bunu deyince.
‘Erzurum’dur insana, zulüm olan soğuktan’
.........................diye eklemiş...

...Demişler...
....Güngörmüş, edindiği tecrübeyle,
.....Sözlerini örmüş,
......Alaycı insanların gözlerini görmüş.
.......Aksakallı dervişe;


Rastladın mı orada, hiç yaza kim ki ermiş
‘‘On bir ay yirmi dokuz, gün kaldım’ dedi derviş
Halk gelecek dedi hep, ben hiç yaz göremedim
Orada görmüşüm ben, beyazlar içinde kış’’
...Demiş bizim derviş,
....Belki de ermiş.


Başka bir fıkrada şudur:
-------
.....‘Kedinin biri kara kışta
Bir çatıdan diğerine atlarken
Havada don tutup kala kalırken
Sekiz ay sonra buzlar çözülmüşte
Miyavlayıp yere düşermiş işte,

Gerçek! Bir kişi, elinde yaş varken
Bir demir parçası tutsa ki donar.
Eli demirden koparmak isterken
Mutlaka elin derisinden kopar’.


İstanbul Hastaneleri’nden Fatih Hastanesi
-----------
Yetmiş oda, seksen kubbe, hizmet iki yüz kişilik
İpek altın işlemeli, bürümcek tüller gecelik
Biri hasta olsa hemen, hastaneye götürürler
Günde iki yemek ile bakıp ilacın verirler...

...Öylesine sağlamdır ki,
....O gün ki Vakfın kurallarında:
.....Mutfakta keklik, turaç ve sülün
......Kuşlarının eti bulunmazsa
.......Buluna mutlak güvercin, serçe ve bülbül’ün
Pişirilip de hastalara bol bol verile
Diye yazılıdır duvarda büyük harf ile.

...Hastanelerde akıl hastalarının iyileşmesi
....Hastalıklarının daha çabuk geçmesi için
Müzisyenlerle hikâye okuyucular göreve
Tayin edilmişti şahit oldum bu özel ödeve

*

İstanbul’daki Marifet Sahibi Üstadlar
----------
Hezarfen Ahmet Çelebi ok meydanın minberine
Minberin üzerinden rüzgârın sert
Sert olduğu sırada kartal kanatlarıyla
Kanatlarıyla sekiz dokuz kere havada
Havada uçarak talim edip uçtuktan sonra
Sonra Murat han dedi: ‘bir daha uç... ’
Uçtu Murat Han Sarayburnu’ndaki Sinan paşa köşkünden
Paşa Köşkünden; Sinan paşa boğazı seyrederken
Seyrederken Galata Kulesinin tepesinden lodosla
Lodos rüzgârıyla kuş gibi uçarak
Uçarak Üsküdar’a varabilmişti Hezarfen.

Lagarı Hasan Çelebi’den de vereyim bir nükte haber
Haber vereyim Murat hanın Kızından
Kızının dünyaya geldiği mühim geceden...
Gece kurban keserek bayram ettiler.
Etti imal bu Lagarı Hasan, elli okka barutu.
Barut macunundan yaptı yedi kollu bir fişek,
Fişeğe bindi Sarayburnu’ndaki hünkârın huzurunda.
Hünkârın huzurunda çıraklar fişeği ateşlediler...

*

Allah’ a ısmarladık der, Lagarı hasan hünkâra
İsa peygamberi bulup, sohbet kurcam ben bu ara
Deyip göklere yükseldi, yanındaki fişekleri
Havadayken ateşleyip, deniz kavuşmuştu nûr’a

En yukarı çıkıp durdu
Bitirince son barutu
Kanat açıp, suya kondu
Yüzüp geldi, ol padişaha
...‘Padişahım İsa peygamber size selam söyler.’
....Diye başladı şakaya.

*

İstanbul Beyanındadır
----------

Bu şehri İstanbul’ u da, Hazreti Süleyman şahın,
İlk önce kurmuşluğudur, söylenir ağzında halkın...
Türkler bu güzelim şehri, alsın diyen yüce Kur’ an
‘Kutlu belde’ sözcüğüyle, sanki Türk’e bunu söyler...
...Sözün kısası
....Türk gümbürtüsü
.....Türk görkemi, Türk velvelesi
......Türk debdebesi ve Türkün zaferi
.......Yoktur bu beldenin yeryüzünde bir benzeri.
........Yunan ve öteki tarihçilerin
.........İstanbul’un kuruluşu hakkında
..........Söz birliği ettiği hikâyesi
...........Peygamberin doğumundan bin altı yüz yıl önce
............Hazreti Süleyman insanlarla cinlere
Kuşlarla hayvanlara ve rüzgâra hüküm ederken
Bir padişah ki ona isyan edivereyim derken
Hazreti Süleyman onun ülkesine varıp erken,
Padişahı etti tutsak, oldu oda esirlerden
...Padişahın vardı, periler kadar güzel bir kızı
....Duldu Hazreti Süleyman
.....Başladı dünyevi aşka bir sızı...
......Eş olarak alınca bu güzeller güzeli kızı
.......Allah’ın emriyle kendisine oldu hayat güneşi
........Rumeli’nin illerine getirdiği ay yüzlü eşi
.........Şeytanın aldatmasıyla akar oldu gözyaşı

Sebebini sorduğunda, nebi hazreti Süleyman
Dile geliverdi kadın, söyledi ‘Ya Eminallah’
Bana bir saray isterim, olacak dillerde destan
Kalan ömrümde Allah’a, kul olacak ben inşallah’

...Diyerek ricada bulundu.
....Hazreti Süleyman kocası
.....Uzun araştırmaların sonrası
......Geldi İstanbul toprağına
.......Şimdi hünkâr bahçesi...
Sarayburnu mekânına otağı da kuruldu
Bir gecede suyuna ve havasına vuruldu.
Büyük bir sarayı çiçekli bahçeler içinde
Efsane konusu, harika köşkler biçiminde.

Onun işlerinde çalışırdı cinler
İster istemezde, her emrini dinler
Bir dediğini de iki söylemezdi
Hazreti Süleyman öleceğin sezdi
Cinlere sezdirmeden
Bastona kestirmeden
Uyudu ebediyen
Çürümeden asası
Duramadan çalıştı
Cinler işe alıştı
Birbiriyle yarıştı
Çürüyünce asası
...Hazreti Süleyman’ın
....Cesedi yere düştü
.....Haberdar oldu cinler
......Peygamber ölmüştü.
*

Ölmeden önce
İstanbul’u görünce
Yaptı bir dua
Ayakta kalsın rüya
Şehir İstanbul
Olsun dedi İslam bol

*

...Sonuç olarak dua da:
‘Bu şehir, cihan yıkılıncaya kadar,
Bakımlı ve onarımlı ve payidar
...Kalsın.’ Dedi Süleyman.
....Der bizim Evliya Çelebi.
.....Ve ünlü seyahatnamesinde
.....Daha böyle on binlerce konuyla
......Hikâyeden bahseder.

Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

EKMEK NEFSİN AĞZINDA(Gülce-Dönence)

Şahin küçük et yer, deve büyük ot yer
Kimisi güzellerden, adı güzel Gül çiçek
Çiçeklerin solduğu, gibi solar tek gerçek
Çek kabul etmez inan, en son gidilecek yer…

Kimisi bile bile, haramdan çekinmez yer
Kimisi bilmez söyler, ısrarla ota altın
Altında oturduğu, belki de ipek koltuk
Koltuklar yalan bilir, utanır terler her yer…

Anamızdan doğdukta, kalbimiz iman dolu
Beklenen sahip çıkıp, bohçaya amel ekmek
Ekmek nefsin ağzında, deme! Çalışmak haktır
Hak yolunda gitmezsek, yağacak bize dolu…

Günahlar bilinir de, defterler günah dolar
Sözlerin ve işlerin, mutlak olsun edebi
Edepli olsun halin, dolsun yüzünde aklar
Aklar yüce yaradan, geçmez yanında dolar


Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey

29 Mayıs 2010 Cumartesi

HEZARFEN AHMET ÇELEBİ (Gülce-Buluşma)

Asırlar önce bir gün, ömürlerden bir ömür
Gülümseyerek bizi komedyence güldürür
Çelebilerden biri kuş gibi aya yürür
Durmadan hayal eder, hayalde uçak görür


On yedinci yüzyılda uçuk yaşayan
Dağlar gibi özgürce bir ruh taşıyan
Şelale olmuş, hep uçmaya çağlayan
Dikip gözünü, en yükseği arayan
……Hezarfen Çelebi hakkında
……..Asıl adı Ahmet Çelebi hattı zatında
……….Hayatı hakkında
…………Çok fazla bilgi olmamakla beraber
…………..Vereyim ben size ondan haber.


Dördüncü Murat ile bir devirde yaşardı,
İçi boş bulutlara özlem duyar bakardı
İçin içine sığmaz çalışkan ve vakardı
Ömrünü destan edip taşırdı yüz yıllara


‘Muhtelif çeşit ilimde çokta ederdi inkişaf
Sevgi dolu yüreğiyle insana duyardı zaaf
Köpük köpük ihtişamla dolu dolu bir şelale
Uzaya yol bulmak ister bulutları dele dele
………….Belki değiller akraba bile,
…………..Çelebiler kendince koca bir sülale…


Hezarfen adı var bile ‘bin fenli’ manaya gelir
Bu isim onun şahsına halk tarafına verilir
Aşk ve sevgiyle çalışır, ilim ve fenle dirilir
Ünün salar bilgin ismi, bil ki dumanlı dağlara


Çelebimizdir Ahmet, bizim bir cevherimiz
Türkistan bir ilimiz, Farab da bir şehrimiz
……..Vardı güzel şehirde,
………. Hezarfen Çelebiden önce
…………Yaşayan kendisinden yıllar önce…


Örnek aldığı İsmail Cevheri
Maviye hasret onun gün özleri
Ta göklere dikilirde gözleri
Uçmaktır hedefi, söyler sözleri
……………. Uçmayı denemişti, uçmaya ahla vahla…
………………Kollarına bağladığı düz iki satıhla
………………..Büyükçe bir iştahla
…………………kuşlar gibi havada uça uça koşmayı


Denedi denemesine efsunluca bir havada
Ol Nişabur camisinin uzunca minaresinden
Sahteden kanatlarıyla kalkışmıştı uçmaya da
Muvaffak olamayınca çakılmıştı ensesinden
…………Tarihçilere göre bu denemesinde
………….Uçamayıp çaresizce düşmesi,
…………..Sebep olmuştu cevherinin ölmesinde


Ahmet çelebi bir güzel uçmayı
Martılar gibi kanadın çırpmayı
İstanbul’a kuş bakışı bakmayı
Hesapladı hep inceden inceye


İsmail Cevheri’nin örnek oluşlarını
Çeşit çeşit kuşların gördü uçuşlarını
Havada süzülerek gezip duruşlarını
Her hareketlerini hayranlıkla izledi
……detaylarıyla gözledi…
…….İnceleme ve çalışmalarına
………Kanat vurup uçma çabalarına
………..Önce evinde başladı, özenle gizledi…
…………Bitirince de olabildiğince hızlı,
…………..Okmeydanı’ndaki yüksekçe yerlere
…………….Kartal kanatlarıyla
………………Uzanmak istercesine havadaki renklere…
………………..Rüzgarlı havalarda başladı denemelere.


Kurtulmak ister gibi uykucu zincirlerden
Süzülmeye gül yüzlü bir tebessüme doğru
Müspet neticelerden gördü tecrübe erden
Nihayet büyük uçuş yolu gülsûme doğru
…………..Hazırdı
................. ..Göklerde kuş gibi uçacaktı
………………Balmumu kartal kanatlar yapacaktı
………………..Kanatları kullanacak
………………….Galata Kulesinden atlayacak
……………………Bir müddet uçtuktan sonra, yere konacaktı.


Uçardı uçamazdı yalan ya da gerçekti
Merak eder padişah mutlaka görecekti
Lodosluca bir günde kat-i karar kılındı
Çelebice bir soluk derin derin alındı
…………Galata kulesinin şerefesi üstünde
…………..‘Ya Allah bismillah’ dedi sesli sözünde
…………….Boşluğa bıraktı kuş gibi kendini…
…………….. Hızlı hızlı çırpmaya başladı,
……………….Balmumundan yapma, takma kanatlarını.


Hayret dolu bakışlar
Sonra sonra alkışlar
Arasında uçmaya
Çıkarken uç boya


……………… Martılar durup uçtu,
........................Eşlik için iki yanına...
……………. Üsküdar’daki Doğancılar meydanına
…………..İnmeye muvaffak oldu da sağ salim
……….. Dedi ‘Yorgunluktan kalmadı mecalim
………Göçmen kuşlar onca yol uçarda gider
……Kilometrelerce yolu yorulmadan kat eder…
…Lakin uçmak çok güzel’ deyiverdikten sonra;
Dördüncü Murat’tan mükâfatı kapar
Müslüman olarak uzay çalışmasını
İlk başlatan bir Türk olmaya koşmasını.
Belki düşünmeden öncülükte yapar


Lakin bin fenli elinden her iş gelen
Gökyüzünde kuşlar gibi uçabilen
Bir kişi korkulacak bir muhataptı
Sonra gelip tahtına oturacaktı


Diye bazı devlet ricalinin kurgulamasıyla
Sultan Murat’ında bu minvalde yargılamasıyla
Hezarfen Çelebimiz, hemen Cezayir’e sürüldü
Ömrünün kalan kısmında, sılaya ağlar örüldü


……………..Şu delice akan suların dili mi var
……………Ey ayyaş, kendine gel, biraz yaklaş
………….Bize öncülük eden çelebilerimiz var…
…………Sen, ben koca bir nesil duymasak ta;
………..Sessizliğin de kalbi var, o hep atar…
………Çünkü buna Hezarfen Çelebi gibi
……..Müşahhas mı müşahhas delillerimiz var…
İlim ve teknikte ilerlemişler günümüzde
Başka ülkelerin çalışmaları önümüzde
Füzeye binipte, gezegenlere ulaşınca
Sapma var bizlerin boş durduğu yönümüzde


İlim adamlarımız bu çalışmalarıyla
Bilim ve fen dalında hep yarışmalarıyla
Deve kuşu misali başları kuma gömen…
Batacak ne bir gemi, düşünmez ne de dümen…
………Mazisine ısrarla sırt çeviren
……….Hazırı yemek için dağlar deviren

…………Bencillik edip birbirini haksızca sömüren
…………..Bizlere şöyle haykırmaktadırlar,
……………Haykırmaktadırlar ta asırlar ötesinden; …


‘Bu tecrübelerimizi siz devam ettirseydiniz
Zevkine ve sefasına aldatan fani dünyanın,
Kanmadan al benisine hakikati görseydiniz
Gerçekleşmesi içinse istenen büyük rüyanın
İstikbal göklerde diyen sese kulak verseydiniz
Sizlerde pekâlâ çoktan aya gidebilirdiniz…’
…….diye.


…Sonuç olarak;
……Hezarfen Çelebi’nin üç yüz sene önce
…….Yaptığı bu önemli tecrübe
………Uçarak aldığı harika netice
………..yıllardan beri ‘eller aya biz yaya’ tekerlemesini
…………Söyleyerek kendi değerlerini
Mazisinden habersizce halkımızı küçümseyen,
Türkün öz değerlerini hiçe sayan insanlara…
Hakikatin tokadıdır yüzlere sessizce inen! ...
Selam olsun Çelebice tarihte ünü sanlara


Ruhun dizginlerini al eline, al ve dur
Bak ayak izlerine sana doğru geliyor.
Yollar vardır yol olur şehirlere ulanır
Şehre uzaklaşınca sislenirde bulanır


Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

10 Mayıs 2010 Pazartesi

KUYU KAZARKEN(Gülce-Dönence)

Boğmak isterler bilsen, bir kaşık duru suda
Nifak dolu sözlerle, yalanlarında b/oğmak…
İstemezler seninde, azıcık yüzün gülsün
Gülsün sen ki cihanda, eresin bol maksuda


Ham başaklar vardır ya, hep yukarı dikilir
Bazı insanlar olgun, bazıları çok ham/ak
Kamil olan insanlar, gösterir de güler yüz
Yüz tırmık atarda ham, sözü barut dikilir


Korkar ondan el âlem, kabuğuna çekilir
Ya yakar, ya üşütür; tam anlamıyla kor kar
Görmeye çekinir be, öylesini tüm gözler
Gözetler de güçsüzü, kilosunu çekilir


Tükenir karakalem, düşüncemi yazarken
Hayal kurdum yarına, umutlarım tükenir
Kalem dedi yazmaya, çok önceden sözlendim
Sözlendim sahibimle, iştahlı bir yazarken


Yazar olmak için dün, eller kuyu kazarken
Bugün sana ne oldu, aklın sana ne yazar
Güreşe doymaz derler, pehlivansa yenilen
Yenilen kaleme gel, diller kuyu kazarken


Feyzullah Kırca
Akbaşlar köyü / Dursunbey

YER (Gülce-Tekil)










Yer
Altı yer
En üstüde yer
Herkes ona dünya der
Yaşar onda mahlûku beşer
Vadesi dolunca ebede gider
Rahmanın emrini duyup ona uyanda
Koşar ona kul, uymayan istemem dese de


Yer
Mekândır
Bazen yıkılan
Yerine ev yapılan
Para karşılığı satılan
Verasetlere miras bırakılan
Şeytan memnun olsun diye yakılan
Ah vahlar içinde, kurtarmaya bakılan…


Yer
Gezegen,
Uzayda gezen
Galaksinin merkezi
Güneş ona, günde bir gezi
Düzenlerken, ısıtır gün herkesi
Düz dedilerse de yuvarlaktır kendisi


Yer…
Yemeği,
Haksız emeği
Haram düşünmeden yer
Harama bilmeden helal der
Helale bile haram der müminler
Ya rab! Yaşanan günler hangi günler?...


Yer
Küreler
Bizi küreler
Mazimiz de kalır dün
Elbet bugün, yaşanası gün;
Olmadan nefislerin kölesi ser…
Her davranış güzelliğinde bulur değer…


Yer…
İşine
Gelmeyeni yer…
Gelirse de şöyle bir,
İştahlı sözle okşayıver...
Yerinde hafif bir ben kalan imiş...
Hedef benliğimden geçip sen demek imiş...


‘‘Yer
İki yer
Arası değil,
Yer, iki yol arası’’
Bir yerde o varsa, onda da,
Mutlaka iyi kötü bir yer vardır…
Yer nerede ve ne kadar geniş olsa da
Onda var olan benlik ancak kendisi kadardır.


Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey